Adana Adıyaman Afyon Ağrı Aksaray Amasya Ankara Antalya Ardahan Artvin Aydın Balıkesir Bartın Batman Bayburt Bilecik Bingöl Bitlis Bolu Burdur Bursa Çanakkale Çankırı Çorum Denizli Diyarbakır Düzce Edirne Elazığ Erzincan Erzurum Eskişehir Gaziantep Giresun Gümüşhane Hakkari Hatay Iğdır Isparta İstanbul İzmir K.Maraş Karabük Karaman Kars Kastamonu Kayseri Kırıkkale Kırklareli Kırşehir Kilis Kocaeli Konya Kütahya Malatya Manisa Mardin Mersin Muğla Muş Nevşehir Niğde Ordu Osmaniye Rize Sakarya Samsun Siirt Sinop Sivas Şanlıurfa Şırnak Tekirdağ Tokat Trabzon Tunceli Uşak Van Yalova Yozgat Zonguldak
İstanbul °C

Özbekistan Turizm Bakanlığı Türk Dünyası Masası Yetkilisi Anvar YUSUPOV : Turan ve İslam’ın Buluşma Noktası

Özbekistan Turizm Bakanlığı Türk Dünyası Masası Yetkilisi Anvar YUSUPOV : Turan ve İslam’ın Buluşma Noktası
REKLAM ALANI

Özbekistan Turizm Bakanlığı Türk Dünyası Masası Yetkilisi Anvar YUSUPOV : Turan ve İslam’ın Buluşma Noktası

Özbekistan Turizm Bakanlığı Türk Dünyası Masası Yetkilisi Anvar YUSUPOV, Turan ve İslam’ın Buluşma Noktası

Özet
Miladın 7. Yüzyılının ilk yarısı Avrasya kıtasının jeopolitik acıdan yeniden dizaynının başlangıcı olmuştur. Büyük kıtanın iki süper gücü olan Sasani ve Bizans İmparatorlukları arasında uzun sürecek kanlı savaşlar başladı. Savaş ateşperestlik ve hristiyanlık adına yürütüldüğü için muharabeye sadece ordular değil aynı zamanda halklar da doğrudan dahil olmuşlardı. Bu savaşlarda on binlerce insan öldürülmüş, yüz binlercesi mağdur olmuş, milyonlarcasının inançları ayaklar altına alınmış, mabetler yıkılmış, şehirler ateşe verilmiştir.

Bu dönemde karşı karşıya gelen süper güçlerin ilgisini çekmeden, kanlı olayların tam ortasında yeni bir güç filizlenmekteydi. Yeni bir din, yeni bir devletle yep yeni bir uygarlığı doğuracaktı, geleceğe yön verecekti. Ayrıca, bu yeni din savaşta mağlubiyetle evlerinden ve mabetlerinden ayrılan hristiyan ve yahudileri “Ehl-i kitap” olarak görmekteydi. İslam dininin kutsal kitabında savaşı Bizans’ın kazanacağı müjdelenmişti.

Bu gelişmelerden yarım asır önce Asya’nın uçsuz bucaksız bozkırları ve Orta Asya’nın en eski şehirlerini ele geçirerek, kadim Turan uygarlığını yeniden ayağa kaldıran devlet kurulmuştu. Sahneye yeniden Türkler çıkmışlardır. İpekyolu ticareti üzerinden ortaya çıkan Turan-İran rekabeti Bizans için eşsiz bir müttefik, çaresiz bekleyen Nasrani ve Museviler için bir umut olmuştur.

Makalede 7. Yüzyılda Avrasyada yaşanan jeopolitik dengeler – Bizans-Sasani savaşı, Bizans-Türk ilişkileri, İpekyolu güzergahındeki ticaret Avrupa, Çin, müslüman kaynakları üzerinden Turan-İslam ekseninde yep-yeni bir bakış açısıyla analiz edilmektedir.
Günümüzde Türk-İslam Dünyasında yaşanmakta olan geniş çaplı işbirliğinin başlatılması geçmişte Türklerin İslam ile tanışmaları ve İslam dinine yaptiğı hizmetleri konularını daha da güncel duruma getirmiştir. Araştırmada Bizans kronolojileri Çin kronolojileri Rusça kaynaklar, ayrıca da, ünlü turkolog Lev Gumilev’in “Eski Türkler” kitabından istifade edilmiştir. Kurani Kerim ayetleri ve Hadisler ünlü Özbek alimi Şeyh Muhammed Sadık Muhammed Yusuf’un “Tefsir-i Hilal” ve “Hadis ve Hayat” kitapları, Türkiye İşleri Diyenet Başkanlığının resmi kaynaklarından incelenmiştir. İslam tarihine ait bilgiler ünlü İslam tarihçisi İmam Ebû Ca‘fer Muhammed İbn Cerîr Taberî’nin “The History of Al-Ṭabarī” (Ta’rikh al-rusul wa’l-mulūk) eserinin arapça ve ingilizce versiyonları mukayese analizi yapılmıştır.

Makalede konuya ait nitelikli bilgiler elde edilmesi ve yeni yaklaşım ortaya konulmasına özen gösterilmiştir. Konunun tarihi gerçeklerden yola çıkarak, günümüzün jeopolitik gündemine uygun olarak, mercek altına alınması tarihi belgelerin incelenmesi ve derin analiz yapılmasını gerekli kılmaktadır. Dolayısıyla, çalışmada nitel araştırma yönteminden, doküman taraması tekniğinden faydalanılmıştır. Bu kapsamda Özbekçe, Türkçe, Rusça, İngilizce ve Arapça kaynaklar dikkate alınmıştır.

Anahtar Kelimeler: İslam, Turan, Orta Asya, Türkler

Abstract
The redesign of the Eurasian continent’s geopolitical structure began in the early part of the seventh century BC. The Sassanid and Byzantine Empires, the two superpowers of the supercontinent, commenced a protracted and brutal battle. People were directly involved in the conflict in addition to military since it was fought in the name of Zaroastrism and Christianity. The war expanded in scope. Tens of thousands of people died, hundreds of thousands were injured, millions of people’s faiths were violated, temples were demolished, and cities were set ablaze. Yet, the war was not over.
In the midst of bloody events, a new force was emerging without drawing the notice of the rival superpowers. A new religion would spawn a new state and an entirely new civilization, influencing the course of history. Also, this new religion regarded Christians and Jews as “People of the Book,” despite the fact that they had abandoned their homes and temples after losing the battle. Yet Islam’s Holy Book describes as a winner of the war the Bisans. Here miracle happens, the written prophesy of the third party becomes real, Bisans achieved victory. However, the miracle’s actions would be someone else’s property.
The ancient Turan civilization was revived by an empire that was founded fifty years prior to these advances by conquering the vast Asian steppes and the oldest towns in Central Asia. Once more, Turks appeared. Byzantium would gain a unique ally in the Turan-Iranian conflict, which developed over the Silk Road trade, as well as hope for the waiting Jews and Christians.
The events of the 7th century in Eurasia -the Byzantine-Sassanid war, Byzantine-Turkic relations, and trade along the Silk Road -were examined in the essay from a fresh angle on the Turan-Islam axis through Europe, China, and Muslim resources.
The initiation of the wide-ranging cooperation in the Turkish-Islamic World today has brought the subjects of the Turks’ acquaintance with Islam and the services they rendered to the religion of Islam even more up to date. In the research, Byzantine chronologies, Chinese chronologies, Russian sources, as well as the famous turcologist Lev Gumilev’s book “Old Turks” were used. The verses of the Quran and the Hadiths and the books of the famous Uzbek scholar Sheikh Muhammed Sadik Muhammed Yusuf, “Tafsir-i Hilal” and “Hadith and Hayat”, were examined from the official sources of the Directorate of Religious Affairs of Turkey. Information on Islamic history has been analyzed by comparing the Arabic and English versions of the book “The History of Al-Ṭabarī” (Ta’rikh al-rusul wa’l-mulūk) by the famous Islamic historian Imam Abu Ja’far Muhammad Ibn Jarir Tabari.

In the article, care was taken to obtain qualified information on the subject and to introduce a new approach. Taking the subject under the spotlight in accordance with today’s geopolitical agenda, based on historical facts, necessitates the examination of historical documents and deep analysis.
The document scanning technique, a qualitative research method, was used in the study. Resources in Uzbek, Turkish, Russian, Persian, English, and Arabic were used in this context.

Giriş
Türk Yurdu olarak tanınan Turan tarihi Türk Kağanlıklarından onlarca yüzyıl önce başlandığı gibi, Ortaçağda İslam’ın kalkanı ve savunma kalesi görevini üstlenen Türklerin İslam dinine hizmetleri onların müslüman olmadığı dönemlere dayanmaktadır.

Turan kavramı, ilk kez günümüzden üç bin yıllar önce Zerdüştilerin kutsal kitabı olan Avesto’da Türklerin vatanı olarak kayıtlara girmiştir. Zerdüştilik kaynaklarından yola çıkarak tarih yazmayı amaçlayan Ferdevsî’nin “Şahnâme”sinde Turan’ın padişahı Afrasiyab’a ve onun halkına Türkler denmektedir. Kaşgarlı Mahmud’un 11. Yüzyılda yazdığı ilk Türkoloji ansiklopedisi olan “Divan-i Lügat üt-Türk” adlı kitabında ilk Turan Kağanı olan Alp Er Tunga’nın “Şahnâme”deki Afrasiyab ile aynı kişi olduğunu göstermektedir.

Sonraki dönemlerde de Türk Kağanlarından Babürlü Padişahlara kadar olan hanedanlıklar, Sahipkıran Emir Timur’dan Ebulgazi Bahadır Han’a kadar olan taht sahipleri, Kaşgarlı Mahmud’dan Mahmud Hoca Bihbûdî’ye kadar olan edebiyat ve bilim adamları öz dili ve milleti hakkıda Türk diye bahsetmişlerdir.
Yukarıdaki bilgilerden yola çıkarak makalemizde Türk (Türkî değil) halklarının ortak adı olarak “Türk” kavramı kullanılacaktır. Dolayısıyla, konumuzdaki “Türk” kavramı 1923’te Mustafa Kemal Atatürk tarafından kurulan Türkiye Cumhuriyeti vatandaşları ile sınırlı olmayacağını özellikle vurgulamaktadır.

Türklerin Yurdu Turan

20. Yüzyılın bazı tarihçileri Türklerin Dünya tarihinde yer almalarını miladın 6. Yüzyılı ortalarında kurulan Türk Kağanlığı ile başlamış olsalar da, Turan’ın geçmişi daha bin yıllar öncesine dayanmakda olduğu yukarıdaki kaynaklarda da kanıtlanmıştır.
Türklerin ataları olan Saka (İskit) ve Hunlar da Turan’ın sahipleri idiler. Bunu doğrulayan Bizans tarihçisi Theophanes’in kronolojisinde: “O zamanlarda bizim Hunlar dediğimiz Türkler Alanların toprakları üzerinden Yustin’in sarayına elçiler gönderdiler” demektedir. Türk Kağanlığı’nın ilk elçiler kervanı miladi 558 yılında Bizans’a gelmişlerdi.

Bizans’tan Türklere 568 yılında elçi olarak gönderilen Zemarkos’ın seyahatları hakkında kayıt yürüten Menendr Türklerin diline İskitçe (Sakaca) demektedir: “Bu kabilelerden, felaketi ve uğursuz¬luğu kovduğuna inanılan bazı kişiler Zemarkos’a geldiler. Onun Bizans’tan beraberinde getirdiği eşyalarını alarak güzelce istif ettiler. Sonra sandal ağacını yakıp İskit dilinde barbarca birtakım kelimeler mırıldanarak, çan çalıp, davul dövdüler”.

Hunların torunları ve doğrudan varisleri sayılan Hazar Kağanlığı hakkında Çin kronolojisi “T’ang-shu”da: “Po-sih’in (Persiya) ve Fu-lin (Roma-Bizans) in kuzey komşuları Dulgaslar (Türk Kes halkları)” olarak adlandırılır.

Bizans kaynaklarında Türkler şöyle tanıtılmaktadır:
“Türkler ateşi her şeyin önüne koyar, suyu ve havayı yüceltir, yeryüzüne ilahiler söyler ve yalnızca yerin ve göğün yaratıcısına “Tanrı” diyerek dua ederler. O’na atlar, boğalar ve küçükbaş hayvanlar kurban ederler”.

Ünlü Rus Türkologu Lev Gumilev’in Türkler hakkında şu itirafi dikkat çekicidir: “Şu hususu özellikle kaydetmek gerekir ki, Istemi-han ve Kara Çürin Türk sadece birer kumandan değil, aynı zamanda çok iyi yöneticilerdi. Fatih olarak geldikleri ülkeler için bir modus vivendi teşkil etmişlerdi. O güne kadar dağınık halde yaşayan, ufak çaplı savaşlarda gücünü yok edip kalmış olan kabileler, barış içinde yaşamanın zevkini tatmışlardı. Bunlar göçebe hayatı için lazım olan her şeyi almışlar ve zamanı gelince bundan böyle kendilerini Türk ismi altında birleşmiş bir toplum olarak takdim edebilmişlerdi. Bu mümtaz Türkler, yeni bir ülkeye ister fatih, ister misafir, ister paralı asker veya isterse savaş esiri olarak gelsinler, her halükarda diğer halkların yönetici kadrosuna kıyasla daha başarılı ve daha üstün bir performans gösteriyorlardı”.

“Irkçılık kadim Türkler’in kültürüne yabancıydı”.
Türkler’in – diyordu 12. Yüzyılın tarihçisi Fahreddin – kazandıkları başarılar ve elde ettikleri şöhretin sebebi sorulacaksa, cevabı şudur: Malumdur ki, her kabile veya herhangi bir grup, kendi milleti, kendi aşireti arasında ve kendi şehrinde yaşarken saygı ve sevgi görür. Fakat başka bir ülkeye veya gurbete gittiklerinde hor görülürler ve kimsenin dikkatini çekmezler. Halbuki, Türkler tam aksine, kendi ülkelerindeyken ve kandaşlarının arasındayken, sıradan bir Türk kabilesi neyse odurlar. Ancak ülkelerinden Çıkıp Müslüman ülkelerine geldiklerinde kendi yurt ve evlerindekinden daha güçlüdürler; el üstünde tutulurlar, kumandan veya sipahsalar olurlar”.
Sonra tarihçi Fahrettin Mübarekşah Merverûdî Türkler hakkındaki görüşlerini Türklerin hikmet ve zeka sahibi hükümdarı Afrasiyab’ın şu sözleri ile kanıtlar: “Türkler sedef içindeki inciye benzerler. Kabuğunun içindeyken bir değeri yoktur ama kabuğundan dışarı çıktığında padişah tacını, gelinlerin boynunu ve kulaklarını süsleyecek kadar değerli olurlar”.
Türkler ünlü komutan İstemi Yabgu liderliğinde miladin 560. yılında Sasanilerle ortak rakipleri olan Ak Hunların topraklarını paylaşma konusunda anlaştılar. İslam Peygamberi Muhammed Aleyhisselam’ın kutlu doğum yılı – 571’de Orta Asya’yı tamamen ele geçirerek, Turan’ın kadim şehirlerini hakimiyetleri altına almayı başardılar. Türklerin Kuzey Kafkasya’nın tamamını alarak, Bizanslara komşu olması da aynı yıllara denk gelmektedir. Ayrıca, İpekyolu’nun öndegelen tüccarları ve diplomatları olan Soğdluların Türk himayesine girmeleri Turan coğrafyasında yepyeni bir ekonomik ve kültürel kalkınmayı beraberinde getirdi. Ancak ticaret yolundaki rekabet Turan-İran husumetini yeniden alevlerdirdi. Türkler Farslara karşı müttefiklik arayışında Soğdlu elçi Maniah’ı Bizans’a gönderdiler.
Allah Resûlü Muhammed (s.a.v) Arap yarımadasındaki halkları İslam sancağı altında birleştirince, komşu ülkelerin padişahlarına da mektup yollayıp Hak dinine davet eder. Mektuplarda Allah Resûlü (s.a.v) taç ve taht sahiplelerini bir tek Allah’a inanmaya ve sadece O’na kulluk etmeye çağırmıştır.
Sezar Herakleios, İslam Peygamberi’nin dediklerini doğrulamış olsa da, yanındaki din adamları itiraz ederek onu bu kararından dönmeye ikna ettikleri, İran Şahı ise peygamberin ismi onun isminden önce yazıldığı için böbürlenerek, mektubu yırtıp attığı bazı müslüman tarihçilerinin kitaplarında kaydedilmektedir.
Türklere ise Nebî’den mektup gelmemiştir. Ama onlar Peygamberle muhatap olanlardan farklı olarak; Müslüman olmadan önceki Araplar gibi kendi elleriyle yaptığı putlara, Farslar gibi kendi elleriyle yaktığı ateşe tapmazlar, tanrılarına çocuk veya ortak yakıştırmazlardı.

İslam dünyaya yayılmaya başladığı dönemde Avrasya’nın jeopolitik durumu

Miladın 7. Yüzyılının başlarında Avrupa’nın büyük bir kısmı, Asyanın Ortadoğu’dan Orta Asya sınırlarına kadar, Afrika’nın kuzeyi de olmak üzere geniş coğrafyada dönemin en güçlü devletlerinden olan Bizanslar (Rum) ve Sasaniler (Fars) hüküm sürüyordu. Onların arasında sürekli devam etmekte olan savaşlardan dolayı sınırları durmaksızın değişiyordu.
Bu olayların hemen yanıbaşında Arap yarımadasında yeni gelişmeler kendini göstermek te idi. Tertemiz kalplerinde yepyeni bir dinlerini dünyaya yaymak hayaliyle yanıp tutuşan, pegamberlerinin mücdesinden başka sevinecek hiç bir şeyleri; ne iktidarları, ne de müttefikleri olmayan müslümanlar ile Irak-Şam yolu ticaret kervanlarının önemli güzergahı ve tüm Arapların kutsal mabedi olan Mekke’deki Kabe’ye sahiplik yapan Kureyş müşrikleri de bu muharebenin tam ortasındaydılar. Müslümanlar ve rakiplerinde bu savaşların sonucunu etkileyebilecek hiç birşey olmamasına rağmen, onlar da çekişmekte olan güçlerin bazılarından taraf oluyorlardı.
Tüm bu olaylar yaşanırken Turan’ın Güneybatıdan komşusu Farslar ile Kuzeybatıdan komşusu ve hasmı olan Avar Kağanlığı müttefik idiler. “Pers-Avar ittifakı 628’e kadar devam etti, bu birlik, az kalsın, Bizans İmparatörlüğünü dağıtacaktı”.
Bizanslar da, perslere karşı güçlü bir müttefik arayışındaydı. Kuzeyindeki Alanlar, Antlar gibi kabile düzeyindeki birleşmeler güçlü bir devlet anlayışına sahip olmadıklarından, onlarla anlaşmalar süreklilik arz etmiyor, çıkarlara göre sallanmaktaydı.
Gelişmeler hakkında İslam kaynakları detaylı bilgi sunmaktadır. “Sene 613. Peygamberliğin beşinci senesi. Rum ve Fars arasında çok büyük kanlı bir savaş yaşandı. O zamanlar Fars’ta Hüsrev, Rumda Herakl padişah idi. Her iki imparatorluğun yeteri kadar toprakları, askeri gücü vardı. O dönemde Filistin, Suriye, Mısır, Irak’ın bir kısmı ve Anadolu Rum’un hakimiyetindeydi. Farslar Rum’a iki taraftan saldırdılar. Dicle ve Fıratın kıyısından Suriye’ye, Azerbaycan ve Ermenistan tarafından Anadolu’ya girdiler. Fars Ordusu, Rum güçlerini her iki cephede tarümar ederek, denize kadar kovaladı. Onlar Suriye’deki nesranilerin tüm kutsal şehirlerini ele geçirdiler. 614 yılında Küdüs başta olmak üzere Filistin’in tamamını işgal etti. Savaş sonucunda tüm kiliseler yıkıldı, dini mekanlar harabeye döndü. Farslar yirme altı bin Yahudi’yi ve altmış bin Hristiyan’ı kılıçtan geçirdiler. Şah’ın sarayına öldürülenlerden otuz bininin kafası getirildi.
Savaş Mısır’a kadar yayılmıştır. 616 yılında Farslar, Nil vadisini işgal ettiler. Sonra İskenderiye’ye yürüdüler. Diğer taraftansa, tüm Anadolu’yu ayakları altına alarak, İstanbul Boğazı’na kadar dayanmışlardır. Farslar ilhak ettiği yerlerde, ateşperest tapınağı inşa etmekte, hristiyanlığı ortadan kaldırarak, kendi dini ritüellerini uygulamakta idiler. Bu kadar ağır bir hezimetten sonra Rum İmparatorluğuna bağlı bir kaç eyalet ve bölgelerde merkezi otoriteye karşı isyanlar baş göstermeye başladı. Afrika ve Avrupadaki bir kaç eyalet, hatta başkente komşu bazı bölgeler bile ipmaratörlüğa bağlılığını reddettikleririni ilan etti. Kısacası, Doğu Roma İmparatörlüğü parçalandı. Ordu dağıldı. Sezar Herakl başkenti bırakıp, Kartaca’ya kaçtı. Zaferlerden serhoş olan persler bir kaç koşulları öne sürdüler. Rum ise, Farsların tüm taleplerini kayıtsız şartsız kabul etti.
Rumların mağlubiyetini duyan Mekke müşrikleri gayet sevindiler ve müslümanlara: “Siz ve Rumlar “Ehl-i kitap”sınız, biz ve Farslar “Ehl-i kitap” değiliz, bizim ortaklarımız sizin ortakları yendiler, artık biz de sizi yeneceğiz”, dediler.
O zamanda Allah “Rum” sûresinin ilk âyetlerini indirdi”.
Elif Lâm Mîm. Rumlar, yakın bir yerde yenilgiye uğratıldılar. Onlar yenilgilerinden sonra birkaç yıl içinde (بِضْعِ سِن۪ينَۜ – bid‘i sinîn) galip geleceklerdir. Önce de, sonra da emir Allah’ındır. O gün Allah’ın (Rumlara) zafer vermesiyle mü’minler sevinecektir. Allah, dilediğine yardım eder. O, mutlak güç sahibidir, çok merhametlidir.
Bu kadar adi bir savaştan sonra Bizansların durumundan haberdar olan hiç bir Allah’ın kulu “Rumlar galip geleceklerdir” demeye cesaret edemezdi. Bunu ancak mutlak güç sahibi Allah söyleyebilirdi.
Olayların devamı hakkında büyük müfessir ve tarihçi İmam Ebû Ca‘fer Muhammed İbn Cerîr Taberî tüm detaylari ile yazmiştir:
“İmam Ebû Ca‘fer Muhammed İbn Cerîr Taberî der ki: Bize İbn Vekî’nin… Abdullah İbn Mes’ûd’dan rivayetinde o, şöyle anlatmış: İranlılar Rumlara gâlib idiler. Müşrikler İranlıların Rumlara gâlib gelmesini; müslümanlar ise, Rumların İranlılara gâlib gelmesini istiyorlardı. Çünkü Rumlar kitâb ehli olup kendilerinin dinlerine daha yakındılar. “Elif, Lâm, Mîm. Rumlar yenildiler. Yakın bir yerde… Onlar bu yenilgilerinden sonra gâiîb geleceklerdir. Birkaç yıl içinde (بِضْعِ سِن۪ينَۜ – bid‘i sinîn)…” âyeti nazil olduğunda müşrikler: Ey Ebubekir, senin arkadaşın: Rumlar birkaç yıl içinde İranlıları yenecekler, diyor, dediler. Hz. Ebubekir: Doğru söylemiştir, dedi. Onlar: Var mısın, seninle bahse tutuşalım? dediler. Yedi yıl içinde olmak üzere dört devesine bahse girdiler. Yedi sene geçti ve bir şey olmadı (Rumlar gâlib gelemediler). Müşrikler buna sevinirken müslümanlara ağır geldi. Bu, Hz. Peygambere (s.a.v) anlatıldı da: Sizde birkaç yıl (بِضْعِ سِن۪ينَۜ – bid‘i sinîn) ifâdesi ne anlama gelir? diye sordu. Onlar: Ondan az olan sayılara denilir, dediler. Allah Rasûlü: Git, bahsi artır ve süreyi de iki sene uzat, buyurdu. İki sene geçmemişti, ki atlılar gelip Rumların İranlılara gâlib geldiği haberini verdiler. İnananlar buna sevindiler”.
Mü’minlerin sevinmeleri için yeteri kadar nedenleri vardı, tabiki. Onlar Rabbi ve Rasûlü’nün vaadine kuşku duymadıklarından bahse girmişlerdi. Artık bu iş onlar için namus meselesiydi. Mü’minler Allah’ın mücdesinin gerçekleşeceğinden şüphe etmiyorlardı, yalnız ihlaslarından dolayı gayrımüslimlerin de buna inanmalarını, başkaların da onların hak bildiği yola hidayet olmalarını, bu hadiselerin sebebinden dinlerinin daha geniş kitleleri etkilemesini umuyorlardı. Ancak, mü’minler o dönemde, değil gelişmeleri değiştirmek, hiç bir şekilde olaylara doğrudan katılabilmek için bile fiziksel ve askeri güce sahip değillerdi. Dışarıdan bakıldığında, müslümanlar bu savaşlar selinin önünde bir çobuk gibiydiler. Fakat onlar her kesten güçlü olan, her şeye muktadir olan Allah için hiç bir zorluk olmadığına inanıyorlardı.
O zaman Kadir olan Allah’ın hükmünü kim yerine getirdi? Kuran-i Kerim’in mücdesini kim gerçekleştirdi? Mü’minleri sevindiren kimdi? İslam Peygamberini haklı çıkaran kimdi? Müşrikleri üzen kimdi? Rum’un boğazını sıkan Fars’ı dize getiren kimdi? Müslümanların “Ehl-i kitap”larını kurtaran kimdi?

Mücde-i İlahi’yi Yerine Getirenler

Türk Kağanlığı’nın uçsuz bucaksız toprakları doğuda Pasifik’in ucundaki Sarıdeniz’den Atlantik’in kolundaki Karadeniz’e kadar, Kuzey Sibirya’nın zemheri bozkırlarından Hindistan’ın sıcak vahalarına kadar yayılmıştır. İmparatorluğun Doğu uluslarını Ulu Kağan, Batı uluslarını Yabgu Kağan yönetiyordu. Yabgu devlet hiyerarşisinde kağandan hemen sonra gelen ikinci kişiydi. İlk dönemlerden buyana devletin kurucusu Bumin Kağan’ın kardeşi İstemi Yabgu Batı Ulusların fatihi olarak bu bölgeleri yönetiyordu. İstemi ve onun oğlu Kara Çürin döneminde imparatörlüğün Batı sınırları genişlemiş, yeniden katılan ulusların kardeş ve yabancı halkları ile yakın ilişkiler düzenlenmişti. Kara Çürin uzun yıllar iktidarda kalarak, kendi ulusunun dışında Doğu Kağanlığın yönetiminde ve Çin’deki küçük devletleri tabilikte tutma konusunda etkin olmuştu.
Kara Çürin’in vefatından sonra bazı beceriksiz yönetimciler döneminde devlet işleri biraz sallanmış olsa da, onun torunu Tung Yabgu Kağan (618 – 630) iktidara gelince, işler hemen düzene girdi. Tung Yabgu devlet yönetiminde fevkalede kabiliyetli, diplomatik ilişkilerde etkindi. Yeni padişahin Bizans-Sasani çatışmalarından yararlanarak, onları etkisi altında tutmakla İpekyolu ticaretindeki aslan payına sahip olma maksadı olduğu ilerideki faaliyetinde açık ve net anlaşılıyor.
Yabgu Kağan yeni karargahını Çaç (bugünkü Taşkent) ovasının kuzeyindeki yemyeşil yaylalarda inşa etti. Nitekim, bu bölge hem kuzeydeki göçebe kabileleri ve Çinde yeniden boy göstermeye başalayan Tang hanedanını, hem güneydeki farsları ve batıdaki Bizansları kontrol etmek ile kendi istediği mesafede tutabilmek için coğrafi ve stratejik açıdan en uygun konumda bir yerdi. Burası tüm Avrasya’ya emretmekte olan Kağanlığın uçsuz bucaksız topraklarının tam ortasındaydı. İşte oradaki ipek ve altın yaldızlı ihtişamlı kurv-ı çuvaçında , altın tahtının üstünde dünyanın dört bir tarafından gelen elçileri karşılıyordu. Onun yüce konağına sadece elçiler değil, seyyahlar, Hint ve Çin’den, budda ve konfuçiyus rahipleri bile geliyorlardı. Muhteşem padişah onların hepsini karşılar, dinler, hediyelerini alır, dünyanin farklı köşelerinden haberleri öğrenir, eşsiz iktidar gücünü yansıtır ve cömertlikle ağırlardı.
7. Yüzyılın ikinci çeyreğinin ilk yıllarında çinli Budist rahib bugünkü Kırgızistan’ın Tokmak şehrinin bulunduğu yerde avlanmakta olan Tung Yabgu Kağan’ın kabuluna nail olur. Hsüan-tsang güzel atların çokluğu karşısında şaşkına dönmüştü. Rahip hükümdar hakkında söyle hikaye ediyor: “Han yeşil atlas cüppe giymişti ve başı kapalı değildi. Sadece alnını çevreleyen bir ipek şeritle saclarını toka edip omuzuna sarkıtmıştı. Hanın çevresini saran 200 kadar süvari simli cüppeler giymişlerdi ve saçları beliklenip örülmüştü Diğer savaşçılar develere veya atlara binmişlerdi. Bunların elbiseleri ise kürk ve ketenden yapılmıştı. Tuğlu uzun mızrakları ve okları vardı. O kadar çoktular ki kuyruğun sonu görünmüyordu”.
Türk Kağanlığı iktidar gücünün zirvesindeyken, Ortadoğuda gerilim tırmandıkça tırmanıyordu. Bölgesel güçler olan Bizanslar ve Sasaniler ticaret yolundaki payını artırmak, verimli tarlalar va bereketli yaylaları ele geçirmek, dinlerini yaymakla iktidarını güçlendirmek gibi stratejik hadefleri uğurunda uzun süren, geniş kapsamlı muharabaya başladılar. Yıllarca süren harbin sonunda kazanan İran olmuş ve Bizanslılar hegemonyalarını kaybetmişlerdir. Cani savaşın askeri açıdan en zayif seyircileri olan müslümanların kutsal kitabında Alemlerin Rabbinin dilinden “Rumlar yenildiler. Yakın bir yerde… Onlar bu yenilgilerinden sonra gâiîb geleceklerdir”, hükmü verilmiştir. Bu hükümden ne galip Farsların, ne de mağlup Rumların haberi vardır. Haberleri olsa bile, o kadar önemseyecekleri tahmin edilemezdi, zeten. Ama yirmi altı bin yahudiyi ve altmış binden fazla hristiyanı kılıçtan geçirmiş, otuz bininin kafasını saraylarına kadar süründürerek aşağılamış, mabetlerini harabeye dönüştürmüş, milyonlarca insanın inançlarını çiğnemiş olan zerdüştlerin belasından kurtarabilecek bir güce, sadece Rum Sezarı Herakleios’un değil, tüm yahudi ve hristiyan aleminin de muhtaçlığı vücudundaki can ve damarlarındaki kan kadardı. Türk Kağanıysa yaşanmakta olan olaylarla ilgili apayrı planlar ve amaçlar güdüyordu. Hadiselerin devamını Türklerin yardımına en çok muhtaç olan Bizans kaynaklarından öğrenmek daha mantıklı geliyor.
“Miladın 622. yılı. Lazika’dan Herakleios Türklerin Kağanına elçi göndererek, perslere karşı müttefiklik teklif etti. O hediyeleri aldı ve askeri yardım sözünü verdi. Herakleios bundan çok sevindi ve bizzat onunla görüşmek için yola çıktı. Kağan Sezar’ın gelmekte olduğunu duyar duymaz karşılamaya koyuldu. İmparatör yüksek saygıyı duyunca, şayet Türk müttefik olmakta kararlıysa, onun (imparatörün) yanına gelmesini istedi ve Türke “evladım” dedi. Türk imparatöre sarıldı. Herakleios başındaki tacını Türke giydirdi. Onun onuruna ziyafet düzenledi. Herakleios ziyafet sofrası için getirilen tüm değerli eşyaları, impartörlük elbiselerini ve incilerle süslü küpeleri ona hediye etti. Ayrıca, Herakleios, Türkle gelen devlet erkanına da böyle cömertlik gösterdi. Sonra Herakleios avarlarda yaşayan acı tecrübeyi Türklerde de yaşama endişesiyle, müttefikliği taçlandırmak istedi – o Türke öz kızı Evdokia’nın resminin göstererek, dedi: “Bizleri Tanri birleştirdi – seni bana oğul edindirdi. İşte bu benim kızım – Rumlarin prensisi. Şayet, sen bana elinde silahınla duşmana karşı savaşta yardım edersen, kızımı sana hatun olarak vereceğim”. Herakleios türklerle birlikte İrana saldırdı ve şehirlerini harabe, ateşperest tapınaklarıni yerle bir etti”.
Bizans, Çin ve Türk Kağanlığı İpekyolu ticaretinin güçlenmesinden yana idi. Bunun gayet farkında olan Kağan harplerle beraber diplomasi ve müttefiklik ilişkilerini de yanyana götürüyordu.
Ton Yabgu Kağan Çin’de hüküm süren hanedanlarla da aktif diplomasi yürütmekte idi. O önce Sui, sonra Tang hanedanı ile müttefik oldu.
Çin’in “Sui-shu” kronolojisinde: “Tung Yabgu Han cesur ve ihtiyatlıydı. Bir savaşa girmişse daima zafer elde etmiştir” denmektedir.
Daha Sasaniler tamamıyla yenilmemiş, Bizanslar tehlikeden tam olarak kurtulamamış, Kağan ise, bu savaştan tüm istediklerini elde etmiş değildi. Rum tarihçileriyse, gelişmeleri şöyle yazmakta: “625’de Heraclius Andreas isimli oldukça zeki ve kabiliyetı birini sınırsız zenginlik vaadiyle Hazarlar’a ve Kuzey padişahlığın ikinci kişisi Cebu Hakan’a gönderdi, o kendinden son derece emin bir şekilde şu cevabı verdi: “Onun (Heraclius’un) düşmanlarından intikam almak için geleceğim. Cesur yigitlerimle bizzat kendim yardıma geleceğim ve onun istediği gibi kılıcım ve oklarıma bir savaş talimi yaptıracağım”. Başlangıç olarak elçiyle birlikte yola çıkan bin süvari, Pers ileri karakollarını yararak, Herakleios’un karargahına ulaştı ve ittifak anlaşması pekiştirilmiş oldu. Bir sonraki yıl vaadedilen birlikler Aghvania ve Atrpatakan’a gönderildi”.
Bu zaferler Kağanlığın Sasanileri tüm Doğu sınırları boyunca hapsetmesini sağladı. Soğud tüccarları İranla ipek ticaretinde rekabetten dolayı Tung Yabgu Kağanı Hazarın batısında yer alan Bizans sınırındaki tüm bölgeleri ele geçirmeye ikna ettler. Türk Ordusu Derbend’in denizin içine kara giren sert ve yüksek taş kale duvarlarını aşarak, Gürcistan’ı ve Ermenistan’ı aldı. Olaylar hakkında Bizans, Ermeni ve Gürcü kronolojileri detaylı bilgi vermekte. Kağan 627 yılında Tiflis kalesini ele geçirerek, diğer şehirleri feth etmesi için oğlu Böri Şad’ı bırakırken komutanlarını: “Eğer bu ülkenin hükümdar ve beyleri oğlumu karşılayıp, ülkeyi teslim ederlerse; şehirleri, kaleleri ve ticareti benim savaşçılarıma bırakırlarsa, hayatlarını bağışlayın ve bana hizmet etmelerine izin verin”, deye tembihledi. Bu açıklama da Kağanın Bizanslara yardım etmek ve onlara komşu olmakla İran’a karşı ipek ticaretinde ezici üstünlüğe sahip olmayı hadeflediğini gün yüzüne çıkarmaktadır.
Ne olursa olsun, Türkler Bizanslıları yok olmanın eşiğinden döndürdüler. Kurtarıcılarının sayesinde Rumlar savunmadan saldırıya geçebildiler. 628 yılına gelince, onlar Ktesifon’un civarındaki sarayları ateşe vermeye başladılar. Farsların onları durdurmaya mecali kalmamıştı. Düşmanı püşkürtmekten umudunu kesen devlet erkânı Hüsrev’i tahttan indirmiştir.
Yukarıda beyanı geçen tarihi hadiseleri büyük Türk âlimi, Turan’ın bilge hükümdarı Mirza Uluğ Bey’in su içmek için yeşil yaşım taşından yaptırdığı fincanının (şuanda Londra’daki müzelerin birinde bulunmaktadır) gümüş kenarlığında tam Türkçe yazılı şu hikmet izah etmektedir: “Kerem-i Hakka nihayet yoktur”. İslam dininin kutsal kitabında verilen mücdenin yerine getirilmesi ile birlikte, müslümanların “Ehli kitap” diye kendilerine en yakın gördükleri yahudi ve hristiyanları ateşperestlerin tehlikesinden kurtarılması, tüm bunları onlara etnik, dini, kültürel ve tarihi açıdan yakınlığı olmayan Türkler tarafından gerçekleştirilmesi ne müslimlerin, ne de nesranilerin ve İsrailoğullarının aklına bile gelmezdi.
Türklerinse böyle önemli bir misyonu amaçsız, duygusuz, duyarsız yürüttüğünü varsaymak zordur. Tamam, kağanlar ve soğud tüccarlarının İpekyolu ticaretinde üstün olma hadefleri olduğu asla gözardı edilemez. Ama acımasız savaşlara asker gönderen, müharebede can alan ve can veren Türk halkını teşvik etmek için güçlü bir idealojiye ihtiyaç vardı. Yabancı tarihçilerin bile övgüsünü kazanan “yalnızca gök ve yerin yaratıcısına tapan, va Ona “Tanrı”, deyen”, geldiği her ülkede ırk ayrımcılığına müsade etmeden bütünlük ve dayanışma (modus vivendi) oluşturan devlet felsefesine sahip Türkler’in bu kadar geniş bir coğrafyada gerçekleştirdiği büyük hamleyi sadece maddi çıkarlar ve ekonomik gelirler karşılığında yaptığına kanaat getirmek mantığa tam uymuyor. Bunun açıklamasını Göktürk Kağanlığının ünlü şehzadesi ve komutanı Kül Tigin için inşa edilen bengütaş’tan bulabiliriz:
“Üstte mavi gök, altta yağız yer kılındıkta, ikisi arasında insan oğlu kılınmış. İnsan oğlunun üzerine ecdadım Bumin Kağan, İstemi Kağan oturmuş”.
Büyük Kağanlığın kurucu hükümdarları ve onların varisleri kendilerini gök ve yerin arasında bulunan tüm insan oğlunun hamisi hakimi olarak görmüşler. Tüm insanoğlunun barış ve huzur içinde yaşamaları için sorumlu olduğunu düşünmüşler. İnançları aşağılanmış, yurtları harabeye dönmüş, ırzı ve namusu ayaklar altına alınmış milyonlarca insanları kurtarmak, onlara yapılan eziyetleri bertaraf etmek amacıyla Türk erleri cepheye koşmuşlardı. Sonuçsa kısa zamanda ortaya çıktı. Avrupa ve Asya’nın iki büyük imparatorluğu arasında yaşanan ve halkların dirayetini kıran uzun süreli savaş noktalandı. İnsanlar ise ölümçül çatışmalardan, şehirler baskından, mabetler saldırılardan kurtarılmıştır.
Yaşanan olaylardan sonra İran’da gerileme dönemi başladı. İleri gelenler şahların birini öldürüp, diğerine taç giydirmekteydi. Bizanslarında uzun süren savaşlardan direyeti tükenmiş, ekonomik yıkımın eşiğine gelmişti. Her iki imparatorluk, yepyeni dinle, yeni medeniyet, yeni çağ başlatan İslam devletine ardı sıra topraklarını teslim etmeye başladı. Müslümanlar Peygamberlerinin mücdelediği gibi, İran’ın başkenti Medayin’i, Yemen ve Şam’ı feth ettiler. Hızla genişleyen Halifelik kısa süre içinde Fransa sınırlarından Çin topraklarına, Kafkaslardan Hint ovalarına kadar yayıldı.
Türklere gelince, Tung Yabgu Kağan’ın vefatından sonra hakimiyetin zirvesinden inme dönemi başladı. Ama Kağanlığın varisleri olan devletler ve onlardaki Türk toplulukları İslam’ı benimsemekle kalmayıp, yeni dinin en güçli muhafızları ve en bilge düşünürleri oldular. Karahanlılar ve Bulgar Kağanlığı ile Asya ve Avrupada Türk-İslam sancağını diktiler. Türk-İslam medeniyeti Gaznelilerle Hindistan’ın iç bölgelerine, Selçuklularla İran, Anadolu ve Ortadoğu’ya, Memlüklerle Afrika’nın dağ ve çöllerine, Altın Ordu ile Doğu Avrupa’ya, Osmanlılarla Avrupanın yüregine ve Atlas okyanusunun kıyılarına, Sibirya Hanlığı ile Tayga ormanları ve Kuzey okyanusun buzlarına, Timurlular ile Akdenizden Çin’e, Sibirya’dan Hint okyanusunun ortasına kadar varabilmiştir. Ayrıca, Sahipkıran Emir Timur ile “TURAN” adında İmparatörlük kurdular. Yavuz Sultan Selim ile “İslam Halifesi” olarak, 1517’den 1924’e kadar tüm müslümanlara manevi önderlik yaptılar. İlerleyen asırlarda Türkler İslam’ın akidesini İmam Mâtüridî ile, felsefesini Ebu Nesr Farâbî ile, hikmetini İmam Buhârî, Tirmizî ve Dârimîler ile, hukukunu Burhanettin Marginânî ile, cebrini El-Harezmî ile, tıbbını İbni Sina ile, zeminini El-Fergânî ile, semasını Mirza Uluğ Bey ile, okyanusunu Ebu Reyhan Birüni ile, Akademi’sini diger alimler ile inşa ettiler.

Sonuç ve Öneriler
Turan — Sakaların (İskitler), Hunların ve sonraki dönemde “Türk” adıyla Avrasya kıtasına yayılan halkların medeniyet bıraktığı geniş coğrafyayı içermektedir. Türkler geldiği her bölgede ırk ayrımcılığına müsade etmeden, bütünlük ve dayanışma (modus vivendi) oluşturan devlet felsefesine sahip olduklarından dolayı, yüzyıllar boyunca hâkimiyetlerini sürdürmüşlerdir. İnanç olaraksa, yalnızca gök ve yerin yaratıcısına tapmış ve Ona “Tanrı”, demişlerdir. Ayrıca, sadece farklı inançlara saygı göstermekle kalmamış, diğer din temsilcilerinin hayatlarını kurtarmayı, haklarını savunmayı görev edinmişler. Bu özelliklerinden dolayı İslam dini yayılmaya başladığında bu dini benimsemeleri zor olmamıştır. İslamla şereflendikten sonra bu inancı sahiplenmekten öte dinin öncüsü, savunma kalesi olmuştur. İslamla yücelmiş ve İslamı yüceltmişlerdir.
Türklerin İslam dinine hizmeti bu dini kabul etmeden önceki dönemlere dayanmaktadır. İslam’ın kabul edilmesinden sonra Türkler devlet olarak dinin yayıldığı tüm bölgelerde hanedanlıklarını kurmuş ve bu bölgelerin önemli bir kısmını etkileri altına almışlardır. Türk kökenli komutan ise dünyanın neresinde olursa olsun, Müslümanları korumak için canları pahasına savaşlara girmekten çekinmemişlerdir. İlmi bakımdan gerek tefsir, hadis, fıkıh, tasavvuf gibi dini bilimler olsun, gerek tıp, astronomi, matematik, fizik, kimya, mühendislik gibi fen bilimleri veya tarih, edebiyat gibi sosyal bilimler olsun öncü âlimler, kaşifler yetiştirmişlerdir. Ayrıca, resim, müzik, hattatlık gibi sanatın tüm dallarında en hünerli sanatçılar olmayı başarmışlardır.
Türk tarihi hakkında Çin, Fars, Soğud, Arap, Bizans, Roma ve diğer Avrupa kaynaklarında yeterince bilgiler verilmektedir. Bu kaynaklardan bilgiler süzülerek, incelendiğinde faaliyeti daha az araştırılmış nice şahsiyetler ortaya çıkacaktır ki, bu isimler ortak Türk tarihini oluşturmak için kilit isimler olabilir. Bu büyük zatların hayatı konusunda bilimsel araştırmalar, edebiyat ve tiyatro eserleri, belgeseller, filmler çekilmesi tüm Türk halklarının ortak ataları hakkında aydınlanmaları, bu şahsiyetler etrafında birleşmeleri için hizmet edecektir.

Kaynakça
1. Mahmud Kaşgârî Dîvân-i Lügât üt-Türk, Taşkent, Fan, 1970.
1. Kaşgarlı Mahmut Dîvân-i Lügât üt-Türk, Türk Dil Kurumu, 2003
2. Ebu Reyhan Birûnî El-Âsâr ül-bâkiye an el-kurûn ül-hâliye, Taşkent, Fan, 1968.
3. Yusuf Xos Hocib Kutadğu Bilig, Taşkent, Fan, 1971.
4. Yusuf Has Hacib Kutadgu Bilig, Kabalcı Yayınevi, İstanbul, 2005.
5. Lev Nikolayeviç Gumilev Eski Türkler, Selenge Yayınları, İstanbul – 2007.
6. L.N. Gumilev Drevniye tyurki, Moskova, ACT, 2010.
7. N.Y. Bichurin Sobraniye svedeniya…, c-2, s-326, 329-б.
8. Theophanes Bizantius. Fragmenta. – HGM, Lipsias, 1870.
9. Nicephori archiepiskopi Constantinopolitani opuscula historica/Ed.C.de Boor. Lispae, 1880.
10. O‘zbekiston tarixi Xrestomatiya Kul tigin bitigi, Taşkent, Fan, 2014.
11. Abulqosim Firdavsiy Shohnoma, Taşkent, Gafur Gulom NMIU, 2011.
12. Firdevsî Şahnâme, Kabalcı Yayınevi, İstanbul, 2005.
13. Shayx Muhammad Sodiq Muhammad Yusuf Hadis va Hayot, Тaşkent, “Sharq”, 2008.
14. Shayx Muhammad Sodiq Muhammad Yusuf “Tafsiri Hilol”, Taşkent, “Hilol Nashr”, 2016.
15. The History of Al-Ṭabarī (Ta’rikh al-rusul wa’l-mulūk), SUNY Press, New York.
16. Umnâkov, İstoriya Fahriddina Mübarakşaha…
17. İstoriya Agvan, s. 110;
18. Artamonov, İstoriya xazar, s. 155;
19. Chavannes, Documents, p. 52, p. 194.
20. Е. Takayshvili, Istochniki gruzinskih litopisey (Georgian Chronicles’ın kaynakları), s-124, not-3.
21. https://en.wikipedia.org/wiki/Modus_vivendi
22. https://kuran-ikerim.org/meal/diyanet/rum-suresi.
23. https://www.intergez.com/30-rum-suresi-ibn-kesir-tefsiri/.
24. https://www.turkcebilgi.com/kül_tigin_yazıtı#post.
25. https://tr.wikipedia.org/wiki/Albanya
26. https://tr.wikipedia.org/wiki/Atropatena

REKLAM ALANI